Mum saati, kısalan mumun gölgesinin, arkadaki bir cetvel üzerindeki boyuna göre zamanı belirleyen ve eskiden geceleri ve bulutlu günlerde kullanılmış bir saattir. Mum saatleri “ateş saati” olarak da bilinir. Bu çeşit saatler, 520 yılına ait Çinli şair You Jiangu’nun bir şiirinde geçmektedir. Bu şiirde mum üzerindeki derecenin zamanın geçmesini belirlediği anlatılmaktadır. Japonya’da benzer mumlar 10. yüzyılın başlarına kadar kullanılmıştır.
Saatler, eşit aralıklı işaretler ile mumun üzerine oyularak oluşturuluyordu. Her işaret, örneğin bir saat gibi tek bir zaman birimini gösteriyordu. İşaretler, aralıklara göre geçen zamanı söyleyebiliyor, tam zamanı söyleyemiyordu.
Mum Saati ve Alarm
Saatin icadından önce, belirli bir süre boyunca yanmaya ayarlanan bu mum saatlerine, alarm kurmak istenildiğinde, istenilen zamana denk gelecek şekilde muma bir çivi tuttururlardı. Mum çivinin seviyesine kadar eridiğinde, çiviler metal mumluğun üzerine düşüp ses çıkararak kişiyi uyandırırdı. Bazı mum saatlerinde metal bilyeler bulunurdu fakat çivinin daha çok ses çıkarttığı düşünülüyor. Eski çağlarda çalar saat diye bir şey olmadığı için insanlar yapacakları iş vakitlerini bu muma göre ayarlamaktaydı.
İşte insanlar çalar saat diye bir şey yokken bunun gibi çeşitli yöntemler bulup uyanıyorlarmış. Şöyle yanan bir mumu hayal ettiğimde, aslında yanan mum, zamanın geçmesini ne kadar güzel ifade ediyor. Mum eridikçe zaman da işte öyle akıp geçiyor.
Zamandan söz edince Kıraç’ın sevdiğim “Zaman” şarkısı aklıma geldi. Şimdi bu şarkıyı içimden söylerken, sizlerle de paylaşayım dedim. Mum saati, alarm ve biraz da müzik…. Sevgiyle kalın…
Zaman akıp gidiyor
Dur demek olmaz
Dur demek olmaz
Sarılıpta geçmişe
Avunmak olmaz
Ne sen kalırsın
Ne de ben bu dünya da
Umudun kaybedip
Pes etmek olmaz
Bir kez olsun çevir yüzün
Bak şu toprağa
Bak şu toprağa
Her gün bir çiçek açıyor
Diyor merhaba
Bütün geceler mecbur
Varır sabaha
Umudun kaybedip
Pes etmek olmaz
Gönül isterdi ki
Hep iyi olsun
Çok iyi olsun
Bütün acılar bitip
Her an hoş olsun
Ama ne yaparsın insanoğlusun
Acı olmayınca
Tatlı da olmaz